Atanamazsın!

‘‘Ben bir şey başaramazmışım. Öğretmen olamazmışım meselâ, ya da birilerinin hayatını
değiştiremezmişim. Sonra ben, ehliyet de alamazmışım, kullanamazmışım araba. Hatta ben
konuşamazmışım, yazamazmışım da, hikâyeleri zihnimde kurgulayıp kâğıda dökemezmişim.
Öğretmen olamadım, birilerinin hayatını değiştiremedim. Ehliyet de alamadım,
kullanamadım da araba. Oysa inansaydınız, değer verseydiniz varlığıma, mış gibi
yapmasaydınız ve ben bunun farkında olsaydım, bir ölü olmayacaktım. Yarını kuşku ile
beklemeyecek, her geçen gün geleceğe daha da kaygı ile bakmayacaktım."
                                             Kızınız Tezer

İntihar etti. En yakın arkadaşım. Üstelik onun varoluş sancıları yoktu. Bana, kendisine, içinde
bulunduğu topluma umutla bakan bir öğretmen adayıydı. Ölümü pek düşünmezdi. Sürekli
şiir okurdu, hayata ekseriyetle edebî ürünler vasıtasıyla bakardı. Sık sık ‘‘İnsan nasıl ölebilir,
yaşamak bu kadar güzelken’’ mısralarını sesli bir biçimde ve sanatsal bir ifadeyle tekrar
ederdi.

Üslubumun oluşumunda, bakış açımın değişmesinde, dünyayı anlamlandırma biçimimde,
coğrafyama ve bu coğrafyanın insanlarına yaklaşma ve bazen uzaklaşma eğilimlerimde onun
payı inkâr edilemez derecede yüksek.

Hiç unutamıyorum bana bir gün, ‘‘Bir insanın iyi bir insan olabilmesi için bir dine, mezhebe
mensup olması gerekmiyor. Hattâ bir insanın duruşunun olması ve doğruyu söyleyebilmesi
için bir dünya görüşüne, ideolojiye de ihtiyacı yok. Hakikati dile getirebilmek için taraf
seçmek zorunda değiliz,’’ dedi. Bu sözleri ifade ettiği sırada ben çayı dudağıma doğru
götürüyordum. Bir yudum içtikten sonra çayın tadı sözlerin de etkisiyle zehir gibi geldi.
Sükûta sığınmak zorunda kaldım. Çünkü söylediklerine yeni bir şeyler ekleyecek kadar
birikimim yoktu. Sessizliğimle ve yüz ifademle onu tasdik ettim. O da bunun farkındaydı.

Tezer, dedim. Neden sık sık düşünüyorsun. Yani genel olarak... Sürekli düşünüyorsun. Acını
şiirlerle dindirmeye çalışıyorsun ama sen de fark ediyorsun ki bu acını daha da
şiddetlendiriyor. Neden böyle yapıyorsun? Biraz da mutlu olmak için çabala.

Sen şaka mısın, dedi Tezer. Nasıl yani... Türkiye’deyiz ya biz! Siyasilerin söylemlerine bak.
Tahsil gören gençlerin bilgi birikimlerine bak. Onların nelerle ilgilendiklerini gözlemle.
Öğretmenlere ve seslendikleri öğrenci kitlesine göz gezdir bi’. Ben gözlemledim ve üzüntü
içinde kaldım. Sonra bana, alaylı bir biçimde ‘‘Niye meyus bir kişiliğe sahipsin Tezer,’’
dersiniz.

Stajdaydım, diyerek devam etti Tezer. Neler olmadı ki orada... Bir gün, öğle vakti staj
okuluna gittim. Öğle arasındaydık. Öğretmenler odasında eğitimle, toplumla, edebiyat ve
sanatla alâkalı pek fazla sohbet olmayınca, kendimi oradan dışarıya atmak durumunda
kaldım. Öğretmenler odasının dış kapısının hemen yanındaki nöbetçi masasında kimse
yoktu. Telefonumdan kitap uygulamalarına girip alıntılar okuyor, bazen de kitap videolarına
bakıyordum. O sırada, yaşı altmışa yakın birisi geldi.

Nöbetçi misin? dedi.
Hayır, dedim.
O zaman oraya oturma, orası nöbetçilerin yeri, dedi.
Bu adamın suratı yanıtları hemencecik almaya çok yatkındı ve ben de o biçimde cevap
vermeye çalışıyordum. Hemen durumumu ifade etmeye çalıştım:
Çok büyük mahsuru mu var buraya oturmamın? Ayrıca ben staj...
Müdür kızıyor bize, dedi.
Peki, teşekkür ediyorum, dedim kalkarken. Suratıma bile bakmadı.
Bir süre sonra, çok geçmeden yani, bir öğretmen daha oturdu o masaya. Masa üstüne evrak
yığdı. Büyük bir dikkat ve ciddiyetle incelemeye başladı. Herhalde müdür, öğretmenlere sırf
nöbetçi masasında oturuyorlar diye kızıyorsa, masa üstüne evrak yığmış, onunla pür dikkat
ilgilenen bu öğretmen de bilincinde değildi bu olayın. Ama bu bana pek inandırıcı
gelmiyordu.

Bir şey söylemek istiyorum sana... Biliyorum, ben senin dediğin gibi birisiyim. Bunun
farkındayım. Ama böyle saçma sapan olaylar yaşıyorken, hak etmediğim muameleleri
görüyorken, genç zihinlerin bulunduğu bir okulun içinde, öğretmenler odasında ilmî
olmayan, sosyolojik değer taşımayan, öğrencileri konuşmalarına bahis konusu etmeyen...
Yutkundu. Gözlerinden yaş geldi. Devam etti:
Anlaşılan o ki, öğretmenler öğrencilerin hayatına anlam katmak ve düşündüklerini fiile
dökmek gibi hayatî meseleleri bile isteye unutmuşlardı. Yoksa, kim kırk kişinin önünde
anlatımını kuvvetlendirmez ve birilerinin -hiç değilse birkaç kişinin- sözlerine kulak
vereceklerini düşünmezdi ki?

Öğretmen, bence biraz da tuhaf olmalı. Dikkat çekmeli. Farklı olmalı yani. Öyle değil mi?
Herkes gibi konuşan, olaylara herkes gibi tepki veren, her şeyi aynı biçimde anlatan bir
öğretmenden ders dinlemek ister miydin? Öğretmen eğer herkes gibiyse, yani sokaktaki
adamla aynıysa, demektir ki onun akademik ve edebî birikimi yoktur. Kendisini hiç
geliştirmemiştir. Öğretmenlik sınavına sadece ezber yapıp girmiştir, azıcık da yorum gücü
varsa kazanmıştır.

Âniden gülümsemeye başladı. Biliyor musun, dedi, edebî ve akademik birikimim arttıkça not
ortalamam düşüyor.


Stajın ilk günüydü, diye devam etti Tezer. Sınıfa kendimizi tanıtmış, nereli olduğumuzu ifade
etmiştik. Konu nasıl olduysa, öğrencilerin de isteğiyle kitap okumanın faydalarına ve ekseri
olarak kitaplara gelmişti. Hiç susar mıyım? Hemen ifade ettim okumanın yararlarını,
zararlarını.

Kitap okuyunca, dedim, herkes gibi düşünmezsiniz. Bakış açınız, olaylara anlam yükleme
biçiminiz değişir. Kelimelerle arkadaş, kitaplarla dost olur, hayata onlar vasıtasıyla tepki
vermeye başlarsınız. Bu bazen yararlıdır, bazen zararlı. Belki saç dökülüş hızınız artar, çoğu
şeye anlam yüklemeye başlar ve nihayetinde bir şey elde edemeyebilirsiniz. Bu canınızı
sıkabilir. Ama bunu yazdığınızı, sonra da bize anlattığınızı düşünün? Unutmayınız, acınız
yoğunsa ve birikiminiz ne kadar yüksekse, içinde bulunduğunuz durumu teknikle
harmanlayıp bize anlattığınızda kendinizi o derece geliştirmiş olursunuz.

Diksiyonun, diye devam etti. Diksiyonun, anlatım biçiminin, güncel olmanın önemi mevcut
kitaplarda. Ben o çocuklara hitap ederken kelimelerin ne kadar önemli ve anlamlı olduğunu
fark ettim. Ama kim bunun farkında ki? Ya da kim bunun farkında olmak istiyor ki... İşte bu
benim canımı sıkıyor. Bu olanlara ancak kurmacayla tepki verebiliyorum. O da pek fazla
kimseye ulaşmıyor. Dolayısıyla pek de bir işe yaramıyor. Çünkü mevkimiz ve yetkimiz yok.
Ben de herkes gibi bir üniversite öğrencisiyim neticede.

***

Ondan geriye sadece yazdıkları kaldı. Ben, onun asıl ölümünün yazdıklarının muhataba
alınmamasıyla gerçekleşeceği kanaatindeyim. Bu yüzden günlüğünün bazı yerlerinden
alıntılar yapacağım. Fakat en mühimi, onun yazdığı gerçek bir öyküyü de gözlerinizle,
hislerinizle ve zihninizle temas kursun diye buraya alacağım.

Günlüğünden bazı yerleri ve daha sonra yazmış olduğu öyküyü de burada gözler önüne
sermek, zihinlerinizle temas kurmasına vesile olmak... Bunu yapmalıyım. Onu azıcık
tanıyorsam, bu yaptığıma kesinlikle iltifatla karışılık verirdi.İşte Tezer'in günlüğünden bazı kısımlar:

4.5 mayıs
İntihar ettim, ama hâlâ kitap okuyorum.

On yedi haziran
İnsanlara yaklaşmayı denedim. Yaklaştım da... Muhabbetlerine, kendilerine... Sonra bana ait bazı
özellikleri -onlarda olmayan- kaybetmeye başladım. Hiç düşünmeden geri çekildim.
Kendime döndüm. Ya da mış gibi yaptım. En azından adım atmış oldum.

6 eylül
seni düşünmek hiç de güzel şey değil
duygulanmadım nâzım’ın o dizesinde
daha da derinlere odaklandıkça bakışım

Ekimdekiherhangibirgün
Birbirlerine sırılsıklam âşık bir çifti görünce, Allah’ın kıyameti ertelediğini düşünürdüm.

Sırada onun yazdığı öykü var:

                Ücretli Öğretmen

                 ‘‘Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır."
      [Mustafa Kemal Atatürk, 1881 -1938]

Ücretli... Öğretmen... Öğretmenin ücretli olması... Ücretli kelimesi ve öğretmen... Ücret!
Hah! Ne! Hem de bu lisede çalışan hademeden daha az bir maaş almak...
Ücret...Kıvranıyorum. Ücretli olmak... Küfür gibi! Ücretli Öğretmen. ÜCRETLİ! Kimsenin
haberi yok. Arada bir meslektaşlarım intihar ediyor. Haberleri okuyorum. Kendimi
görüyorum. Her okuduğumda ben intihar ediyorum. Ölmeden önce ölünüz’ü baya bi’ fiile
döktüm. Fakat maddi anlamda çok bocaladım... Desene, maddiyat maneviyata galip geldi.
Evet, geldi. Belki de hep böyleydi. Sadece dozu arttı sanırım.

Kamü'nün de dediği gibi, ne de olsa insan daima biraz kabahatlidir. Ben de öyleyim. Kendimi
tanıyorum. Şu an, öğretmenler odasındayken, kimselerle iletişime geçemiyorken, -Neydi o
mobbing miydi? Bunun yüzünden intihar edenler var...-, bulunduğum yerde üzerime yapışan
ücretli öğretmen kavramıyla cebelleşiyorken... Hayatın ne anlamı olabilir ki? Eline bir kitap
alıp okuyan bir hoca yok burada! Bir ara, ben Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını
okurken sanki yalnız kalmayayım diye bir hoca da şiir kitabı okuyarak bana eşlik etmişti. Ona
teşekkür etmiştim içimden. Ah hocam, demiştim. Memleketin ahvali ve biz. Çok da uzak
değiliz, ilişkisiz hiç değiliz. Şu okul, demiştim, öğrenciler ve fikirlerden mürekkep bu okul. (Bu
biraz romantik oldu.) Boş versene herkes realist! Kimdi, hah, Nurettin Topçu meselâ, ne
diyordu Türkiye’nin Maarif Davası’nda? (Kendi içimde sosyolojik birtakım değerlendirmeler
yapıyorum. Böylelikle kişisel olarak acılarıma toplum vasıtasıyla bilimsel bir kimlik
kazandırıyorum.)

‘‘Bugünün genci idealsizdir, hayallerden kaçar. Realitenin sahibi olmak azmindedir. Zira onu
yetiştirenler, geçmiş zamanın idealist nesillerini, hasta, hayalperest diye damgaladılar. Fuzuli,
mektepte öldürüldü.’’

Fuzuli... Mektepte öldürüldü. Mektepte! Bir şair mektepte, ilmin olduğu yerde öldürüldü.
Ben de, ben de öyle... Beni de burada öldürüyorlar her gün. O bakışlar, imalı konuşmalar,
müdürün aşırı özgüveni neticesinde vuku bulan otorıtesi... Bunların tesiri altındayken
yürüyüşüm bozuluyor, aklî melekelerimi kontrol etmekte zorlanıyor, çocuklara bir şeyler
anlatırken âniden duruyor, sınıf duvarlarına bakıyor, bir şey düşünmüş gibi yapıyor ve edebî
birikimim dolayısıyla hemen konuyu toparlıyorum.
Zil çalıyor. Herkes çıksın, sonra ben çıkayım. Başım eğik gezmekten bıktım çünkü.

Yürürken şiir okumalıyım.

‘‘Uyumayacaksın
Memleketinin hâli
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin’’

Merhaba çocuklar, merhaba. Oturun, oturun... Nasılsınız? Hep bir ağızdan ‘‘İyiyiz hocam! Siz
nasılsınız?’’

İyi değilim çocuklar. Hiç iyi değilim. Çok yoruldum. Bu işe bu biçimde başladığımdan beri iyi
değilim. Sizlere bir şeyler anlatmak, daha iyi anlamanızı sağlamak için sürekli moralimi en üst
seviyede tutmak... Yoruldum çocuklar. Çocuklar yoruldum...
Tabii bunlar kafamdakiler. Şimdi okul merdiveninden iniyorum. Otobüse bineceğim. Çok
gariptir, otobüse binince mutlu oluyorum. Burada kimse kimseyi rahatsız etmiyor çünkü.
Bazı trajikomik vakalar dışında iyi bir şey otobüs.
Ama ben yoruldum... İntiharı düşünüyorum artık. Başka bir seçeneğim kalmadı. Şu hâlimi
acaba bir bürokrat ya da söz sahibi bir siyasî -çünkü ülkemizde her şeyin çözümü
siyasettedir.- görseydi, uykularını rahat uyuyabilir miydi?

Ben de arkadaşlarımın yanına gitmeliyim. Orada daha mutludurlar belki. Dünyadan daha
merhametli bir yer olduğu kesin. Buradan daha kötü bir yer yoktur sanırım.
Korkmuyorum, gerçekten ölümden korkmuyorum. Parasızlık, yoksulluk, itibarsızlık beni ölüm
düşüncesine yaklaştırdı. Yakınlaştıkça da ölümden korkmaz oldum. Kendi ölümümü
gerçekleştirmek konusunda da korkularım bir bir azaldı. Artık yeni başlangıçlar istiyorum ve
bu da ölümle olsun!

Ölümden sonra... Büyük bir karanlık. Dünyadan iyidir!

Eve geldi. Üstünü çıkardı, duş aldı sonra. Duş almak, onu bir nebze olsun rahatlattı. İçinden
makyaj yapmak gelse de üzüntüleri ve ruhundaki boşluk sebebiyle bundan vazgeçti. Bir süre
aynaya baktı. Kaşlarına, yüzüne dikkat etti. Gözlerinin altında oluşan kırmızılığa anlam
yüklemeye çalıştı. Hemen sonrasında gözyaşları bir bir yere düştü. Kendisini bir ân olsun
bırakmak istedi. Bırakamadı. Olmaz, dedi. Olmaz, yapamam, kendimi bırakamam. Ama
intihar düşüncesiyle de yaşanmıyor!

Odasına doğru yol aldı. Çağrı Sinci’nin Kartopu isimli parçası çalıyordu:

‘‘Kartopu dediğin nedir ki fırtınalı bi’ kış gününde sarp bi’ yamaçtan süratle
yuvarlanmadıkça?’’
Perdeyi çekmeli. Aydınlık ruhumu yaralıyor.
‘‘Şimdi gözüm dorukta, düşen bi’ bulutta
Hevesle bekledim kışı, çığlık atmak için önce söndürüp ışığı
Çığlık! İçinde barındırır çığ...’’
Çığlığım içinde çığ barındırmasına rağmen neden kimse duymuyor?
‘‘İşte bazen öyle uçmak isterim de söyledim ya yok kanatlarım
Oysa vardılar, kırıldılar, yok oldu tüm pırıltılar, bu duyduğum fısıltılar nedir?’’

Pencereyi açtı. Buradan manzarayı seyrederdim, dedi. Şimdi kendimi aşağıya bırakmak
istiyorum. Gözlerini kapattı. Kendini bırakmadan evvel derin bir nefes aldı, dayanamadı,
gözlerini açtı. Yeşilliğe bakarak derin bir nefes aldı. Zihnine bu görüntüyü yerleştirerek ve
sadece bunu düşünerek gözlerini tekrar kapattı.

İlk önce ne olduğu anlaşılmayan bir ses yayıldı ortalığa. Bir anda kalabalık oluştu. Onun ölü
bedenine bakan, birtakım tahminler ve bunun
neticesinde değerlendirmeler yapan insanlarla doldu etraf.

Yağmurun başlamasıyla kalabalık dağıldı.

Yaşam devam ediyordu, bunda ısrarlıydı.










Yorumlar

Popüler Yayınlar